Kıtaların Kayması – Levha Hareketleri
Levha hareketleri ve kıtaların kayması adlı konu fiziki coğrafya konusuna girmekle birlikte hala önemini korumaktadır çünkü kıtaların hareketleri hala devam etmektedir..bu durum tabikide depremlerin ana konularından biridir..
Levha hareketleri veya levha tektoniği olarak da bilinir, en geniş anlamıyla litosferin yapısını ve bu yapıyı doğuranTektonik (Yunanca tekton ‘dan), yapısal jeoloji ile yakından ilgili fakat ondan farklı bir jeoloji disiplinidir. Yapısal jeoloji kayaçların geometrisi ile uğraşır, oysa tektonik, yeryuvarının büyük ölçekli yapıları ve bunları oluşturan kuvvetler ve hareketler üzerinde durur.
Temel ilkeler
Alfred Wegener’in “kıtaların kayması” kuramının geliştirilmesi sonucu oluşmuştur. Başlangıçta tüm kıtaların Pangea adında tek bir kıta olduğu, sonradan parçalanarak zamanla günümüzdeki yerlerine ulaştığı görüşünü Alman bilim adamı Alfred Wegener ortaya attı. Dünya’nın yüzeyi kesintisiz gibi görünüyorsa da, gerçekte dev boyuttaki bir yap-boz gibi birbirine geçen parçalardan oluşmaktadır. Levha adı verilen bu parçalar, çok yavaş olarak sürekli biçimde birbirlerine göre hareket ederler. Bir levha, yalnızca okyanusal ya da kıtasal litosferden oluşabildiği gibi her iki litosfer türünü de içerebilir. Levhalar, levha sınırı ya da levha kenarı ile sonlanır. Depremlerin ve yanardağların çoğu bu bölgelerde görülür. Pangea verilen tek kıta parçasını çevreleyen denize Panthalassa denmekteydi. Zaman içerisinde katmanlar hareket ettikçe Pangaea ikiye ayrıldı. Kuzeyde Laurasia ve güneyde Gondwanaland oluştu. Bu iki kıta Tethys (Tetis) denizi ile ikiye ayrıldı. Katmanların hareketi ile kıtalar iyice ayrılarak bugünkü halini aldı.- Yer yüzeyinin kabuğu, manto üzerinde, ‘izostazi’ adı verilen, bir ağacın su üzerinde yüzmesi ile karşılaştırılabilecek bir denge halinde dururlar. Mantonun kaldırma gücü, su ve ağaç örneğinde olduğu gibi kabuğun manto içine ‘batmış’ olan hacmi ile orantılıdır. Bu nedenle yükseltilerin fazla olduğu kıta bölgelerinde, artan kütle ile koşut olarak kabuğun manto derinliklerine uzanan kısmı da daha fazla olmalıdır. Yüksek dağ sıralarının derinlere dalan ‘kökleri’ yer kabuğunun böyle alanlarda 70 km kadar kalın olmasına yol açar. Öte yandan, karaların yükselmesi, bağıl olarak daha hafif materyelden oluşmaları ile ilişkilidir. Böylece okyanusal kabuk daha ince olmasına karşın daha ağır materyelden oluşmuştur, ve astenosfer içine doğru kıtalara oranla daha fazla ‘batmış’ durumdadır. Bu, kıtaların manto içerisine doğru uzanan daha derin kökleri olmasına rağmen, ağırlık merkezlerinin okyanus tabanlarına oranla daha yüksekte yer alması ile sonuçlanır.
Levhaların hareketlerinde yer kabuğunun bütün bu özellikleri rol oynar. Levhalar ortalama olarak yılda birkaç santimetre ölçeğinde hareket ederler (Bu kayma en uç örnek olan Pasifik levhası için yılda 15 santimetreye ulaşmaktadır). Hareket halindeki levhaların birbirleri arasında üç tür ilişkisi olabilir.
Yeryüzünün alanı sabit olduğuna göre yaklaşma sınırlarında bir miktar levha yüzeyinin yok olması, uzaklaşma sınırlarında ise yeni levha yüzeyi yaratılması gerekmektedir. Bu nedenle birinci tür levha sınırlarına ‘yıkıcı’, ikinci tür sınırlara ise ‘yapıcı’ sınırlar adı verilir. Üçüncü tür, ‘yanal doğrultulu’ ya da ‘dönüşüm’ (transformation) sınırlarıdır.
Yaklaşan levhaların ikisi de okyanusal levha ise biri diğerinin altına doğru kayar, bu durum ‘dalma-batma’ olarak adlandırılır. Bir okyanus levhası, bir kıta levhası ile karşılaştığında, daha ağır olduğu için onun altına doğru kayar, yine dalma-batma durumu gerçekleşir. Dalma-batma söz konusu olduğunda manto tabakasının sıcak derinliklerine inen taş küre dilimi ısınarak erir ve akışkan halde yükselir. Bu, yaklaşma sınırlarındaki yanardağ etkinliğinin ve dağ oluşumunun temelidir. İki kıtasal levhanın yaklaşması ise çarpışma ile sonuçlanır, her iki levha da manto içine batamayacak kadar hafif ve kalın olduğundan büyük bir deformasyonla yüksek dağ sıraları ve platolar ortaya çıkar (Himalaya dağları ve Tibet yaylası gibi).
Uzaklaşan levhalar ise yeni okyanus kabuğunun oluşmasına yol açarlar. Bu olay, iki levha arasında açılan boşluğa üst manto kaynaklı akışkan materyelin dolması ve soğuyarak katılaşması sonucunda gerçekleşir. Bu şekilde oluşan okyanus sırtları yer kabuğunun en genç bölgeleridir. Levhalar ayrıldıkça sırt ortadan büyümeye devam eder, sırtın her iki yanına doğru uzaklaşan genç litosfer soğudukça hacmi azalır, yoğunluğu artar ve hem küçülme hem de batma nedeniyle yükseltisi azalır. Okyanus tabanının okyanus sırtından en uzak kesimleri en yaşlı kısmıdır. Bu alanların eninde sonunda bir başka levha ile karşılaşarak batmaya başlaması kaçınılmaz olduğundan okyanusal kabuğun ömrü sınırlıdır ve bilinen en yaşlı okyanus kabuğu örnekleri 190 milyon yıl yaşındadır. Bu şekilde okyanus kabuğu sürekli yenilenirken, kıta kabuğu dalma-batma mekanizması ile ortadan kaldırılamadığından, yanardağ ve dağ oluşum etkinlikleri ile kıta kütlesine eklenen materyel zaman içinde giderek artar, milyarlarca yıllık süreç içerisinde kıtalar alan ve kalınlık açısından büyümeye devam ederler. Bazen bir kıta, ters yönde etki eden kuvvetlerin sonucunda ikiye ayrılabilir. Böyle bir durumda uzaklaşan parçaların arasını doldurmaya başlayan manto materyeli yine okyanus kabuğu niteliğinde bir yapı oluşturmaya başlar, bu alanın soğuyup alçalması sonucunda yeni bir okyanus doğmuş olur.
Kayma Teorisi
Jeolojik çağlar içinde kıtaların, birbirlerine ve okyanus havzalarına göre girmiş olduğu büyük ölçekli yatay hareketlere denir. Günümüzdeki kıtaların, büyük taşküre (litosfer) levhalarının sürüklenerek yer değiştirmesi sonucunda ortaya çıktığına ilişkin ilk düşünceler daha 18.yüzyılın sonlarında ortaya atıldı. Güney Amerika’nın doğusundaki çıkıntının Afrika’nın batı kıyılarındaki girintiye tam oturduğuna dikkati çeken Alman doğa bilimci Alexander von Humboldt, 1800 dolayında Atlas Okyanusunun iki yakasının çok önceleri bitişik olduğu savını geliştirdi. Bundan 50 yıl kadar sonra Fransız bilimadamı Antonio Snider, Kuzey Amerika ve Avrupa’daki kömür yataklarında belirlenen benzer bitki fosillerinin Humboldt’un bu varsayımını doğrula-dığını, aksi halde bu benzerliği açıklamanın başka yolu olmadığını ileri sürdü.1908′de ABD’li Frank B. Taylor, dünyadaki bazı sıradağların oluşumunu, kıtaların çarpışması düşüncesine dayalı olarak açıklamaya çalıştı. Kıtaların kaymasına ilişkin ilk ayrıntılı ve geniş kapsamlı kuramı, 1912′de Alman meteorolog Alfred Wegener geliştirdi.Wegener, çok sayıda jeolojik ve paleontolojik veriden yararlanarak, jeolojik zamanın büyük bölümü boyunca tek bir kıtanın bulunduğunu ileri sürdü ve bu varsayımsal kıtayı Pangaea olarak adlandırdı.Jura Döneminin (y. 190-136 milyon yıl önce) belirli bir evresinde Pangaea çeşitli parçalara ayrılmış ve parçalar bir-birlerinden uzaklaşmaya başlamıştı.Bugün Amerika Kıtası’nı oluşturan bölümlerin batıya doğru sürüklen-mesiyle Atlas Okyanusu ortaya çıkmış, Hindistan bloğu ise Ekvator’u geçerek Asya ile birleşmişti.1937′de Güney Afrikalı jeolog Alexander L. Du Toit, Wegener’in varsayımı üzerinde çeşitli düzeltmeler yaptı ve başlanğıçta kuzeyde Lavrasya(*) ve güneyde Gondvana (*) olmak üzere iki ana kıtanın bulunduğunu ileri sürdü. Atlas okyanusunun iki yakasındaki kıta sahanlıklarının son derece uyumlu olmasının yanı sıra, kıta-ların kayması kuramının savunucuları, karşılıklı kenarların birbirlerine uygunluğundan başka, bu görüşlerini destekleyen son derece etkili jeolojik kanıtlar toplamışlardır.Geç Paleozoyik (Birinci) Zaman (y. 395-225 milyon yıl önce) sırasında Antarktika, Güney Amerika’nın güneyi, Güney Afrika,Hidistan ve Avust-ralya’da benzer geniş ölçekli buzullaşmaların olduğu belirlenmiştir.
Bu olgu, bu kıtaların o dönemde Gü-ney Kutup Bölgesi’nin çevresinde birleşik halde bulunuyor olmalarıyla açıklanabilir.Öte yandan Atlas Okyanusu’nun her iki yakası arasında, kayaç yapısı ve jeolojik yapı açısından büyük benzerlikler vardır.Örne-ğin Brezilya kıyıları boyunca uzanan yaşlı kayaç kuşağı, Afrika’nın batı kıyılarındaki kuşakla uyum içindedir.Ayrıca, Güney Amerika ile Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyıları boyunca uzanan en eski deniz çökelleri Jura yaşlıdır; bu durum da, bu dönemde iki kıtayı ayıran okyanusun bulunmadığına işaret eder.1950′lerde İngilizjeofizikçiler Stanley Keith Runcorn ve P.M.S. Blackett ile başka bilim adamlarının çalışmaları sonu-cunda, Yer’in magnetik alanının jeolojik geçmişteki yapısına ilişkin olarak elde edilen bulgular kıtaların kayması kuramına yönelik ilgiyi artırdı.Magnetit gibi ferromagnetik mineraller, korkayaçların bileşeni olarak kristalleşirken kalıcı bir mıknatıslanmaya uğrar.Bu mıknatıslanmanın yönü, Yer’in magnetik alanının o dönemdeki ve yerdeki yönüyle aynıdır.Daha sonraları ufalanma yoluyla ana kayaçtan dökülen mıknatıslan-mış mineral parçaları, tortul çökeller halinde birikirken bu kez o dönemdeki magnetik alanın doğrultusun-da yeniden yönlenirler.
“TETİS” DİYE BİR OKYANUS Yaklaşık 250 milyon yıl önce, karaların bütünü tek bir kıta şeklindedir: Panje. Bu kıta, güneyde Gondwana (bugünkü Güney Amerika, Afrika, Madagaskar, Hindistan ve Avustralya), Kuzeyde Avrasya (bugünkü Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya)’dan oluşmaktadır.Yer yüzünün geri kalan kısmı ise uçsuz bucaksız dev bir okyanusla kaplıdır: Pantalasa. Panje kıtasının doğusunda üçgen şeklinde dev bir körfez yer almaktadır. İşte bu Tetis Okyanusu’dur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder